Wednesday, November 02, 2011

FROST
Trying to find peace in cool shades
of marvellous trees for decades,
found I nothing but myself lost
in the eternal breeze that cost me a frost.
Eskişehir, 1999

Wednesday, August 18, 2010

KIRMIZI ODA – 7

Kitabını ve gecenin karanlığından ona hediye gelen minik kediciği alıp arabanın kapıları kilitledi. Feribot motorunun uğultusu, Bıdık’ı ürkütmüştü. Hızlı adımlarla üst kata çıktı; her tarafına ucuz kaşarlı tost kokusu sinmiş yolcu salonuna girip cam kenarında bir yere oturdu. Bıdık, tostoparlak olmuş, kucağında mışıl mışıl uyuyordu. Bir eliyle Bıdık’ın başını okşarken diğer elini sıcacık kalorifer peteğinde şımarttı.

Kitabını açıp biraz okumaya çalışsa da yarım sayfayı geçemedi. Kalkıp dışarıya çıktı. Bir anda esmeye başlayan rüzgâr, Bıdık’ı uykusundan uyandırdı. Bıdık, merak ve korku dolu gözlerle etrafına bakınırken başında şefkatle gezen elin verdiği güvenle tekrar sakinleşti, gözleri yavaşça kapanıverdi.

Feribotun dışarı kısmında rüzgâr almayan tek yer, arkasıdır. Hem temiz hava alırsın hem de esinti seni sersemletmez. O da bu yüzden arka tarafa geçti. Ağır ağır uzaklaşan iskelenin hüzünlü görüntüsüyle denizden gelen buram buram iyot kokusu, bir mezarlıktaki kadar buruk ve fakat huzurlu bir his uyandırdı içinde. Bu saf şiirimsi duygu girdabında sarhoş olmaktayken bronşları isyan etmiş bir kadının iç gıcıklayan öksürüğüyle gerçeğe döndü.

Huzuruna el uzatan bu yabancının kim olduğuna bakmak için başını çevirdiğinde bir elinde sigarası, diğerinde çay bardağı olan genç bir kadını gördü. Dinginliğine bıçak gibi saplanan öksürük sesine böyle hoş bir bayanın sebep olması, hayalkırıklığın bir kat daha arttırdı.

“Affedersiniz hanımefendi; feribotun açık alanları dahil her yerinde sigara içmek yasak. Teknik olarak, umuma açık kapalı bir mahal olarak kabul ediliyor feribot ve vapurlar.”

“Teknik olarak mı? Ben sadece sigara içiyorum beyefendi. Teknik bir durum yok ortada. Rüzgâr alıp götürüyor dumanı zaten. Rahatsız olduysanız öte tarafa kayın.”

“Bence, ben sizi görevliye şikâyet etmeden sigaranızı söndürün.”

“Bence, ben o görevliye bana sözlü tacizde bulunduğunuzu söylemeden uzayıp gidin.”

“Ne? Sözlü taciz mi? Ne dedim ki şimdi ben size?”

“Hiçbir şey. Ama ‘teknik olarak’ bu mümkün ve eğer sizi şikâyet edersem bilin bakalım kime inanırlar?”

İkisi de donuk bakışlarla birbirlerine bakakaldılar. Bıdık’ın tekrar uyanıp gerinmesiyle bakışlar ona döndü. Duyduklarının etkisinden kurtulup bu cin bakışlı kadınla başa çıkamayacağını anlayan Gökhan, gülümseyip yenilgiyi kabul etti:

“Buna benzer bir fıkra duymuştum. Bir kadın, haftasonu tatili için kocasıyla birlikte göl kenarındaki evine gider. Kocası yol yorgunluğunu atmak için uyuyacağını söyler; kadın da balıkçı tekneleriyle göle açılıp kitap okuyacağını. Devriye gezen güvenlik görevlisi bota yanaşır ve av yasağı olan bir dönemde balık avına çıktığı için tekneye el koyacağını ve kadını gözaltına alacağını söyler. Kadın da avlanmadığını, sadece kitap okuduğunu söyler. Bunun üzerine güvenlik görevlisi, ‘Avlanmıyor olabilirsiniz ama gerekli bütün donanıma sahipsiniz; dolayısıyla teknenize el koyup sizi de gözaltına alacağım.’ der. Olanlara şaşıran ve kızan kadın, ‘Böyle bir şey yaparsanız, ben de bana cinsel saldırıda bulunduğunuzu söylerim.’ ‘Ne münasebet hanımefendi! Size 5 metreden fazla yaklaşmadım bile!’ der adam. Kadın da noktayı koyar: ‘Olabilir ama gerekli bütün donanıma sahipsiniz.’.”

Çılgın bir kahkaha savuran Nur, elinde çayı yere döktü; gülmekten iki büklüm olmuşken Gökhan’ın tokalaşmak için uzattığı eli tuttu.
“Ben, Gökhan. Dumanını bana doğru savurmadığınız sürece istediğiniz kadar sigara içebilirsiniz.”

“Ben de Nur. Memnun oldum. Zaten sonu gelmişti sigaramın. İşte, kalanını da söndürüyorum.”

Friday, July 16, 2010

KIRMIZI ODA - 6

Nur, arabasını görevlinin gösterdiği tarafa sürüp sabah ayazında feribotu bekleyen diğer araçların arkasına park etti. Motoru durdurup Evanescence’in sesini kendi duyabileceği kadar kıstı. Dördüncü defa ‘Bring Me to Life’ı dinliyordu. Gözlerini kapayıp şarkıya eşlik etmeyi sürdürdü. Serin karanlıkta termos içinde çay satan genç cama tıklattığında korkuyla irkilip “Yok, istemiyorum!” diye tersledi. Çaycı uzaklaştığında da okkalı bir küfür savurdu.

‘Bring Me to Life’, beşinci kez çalmaya başladığında acıktığını hissetti. Öğleden kalma diyet bisküviyi buldu torpido gözünde. “Bu suntaları mı yiyeceğim şimdi? Belimi ince tutabilmek neden bu kadar zor? Allah kahretsin!” diye söylendi. ‘Sunta’ları torpido gözüne fırlatıp gözü kapattı.

Arabadan inip kapıyı kapattı. Keskin soğuktan burnu üşüdü; denizden esen hafif rüzgâr, gözlerini yaşarttı. Son bir ümitle etrafta seyyar satıcı arandı.

“Sıcak, gevrek simiiittt!” Sahra’da vahaya rastlamış şanslı bedevî gibi sırıttı. Cebinden kuruşları çıkarıp 50 kuruşu denkleştirdi ve hızlı adımlarla simitçiye ilerledi.

“Buyur ablacım, sıcak sıcak, şahane simidim var!”
“Ver bakalım şahane simitlerden bi’ tane.”
“Buyur abla, afiyet olsun!”
“50 kuruş, değil mi?”
“Evet.”
“Buyur.”
“Siftah senden, bereket Allah’tan! Günün büyülü gibi güzel geçsin!”

Nur, uyandığından beri ilk kez gülümsedi.
“Büyülü gibi güzel mi geçsin? Çok hoş bi’ dilek bu; sağolasın. Senin de büyülü büyülü geçsin günün!”
“Sağolasın abla. Büyü iyidir!”

Tuesday, June 15, 2010

KIRMIZI ODA – 5

Ayaklarının ucunda kıvrılmış uyuyan Şükûfe’nin feryadıyla yataktan fırladı. Zavallı hayvancık, ne olduğunu anlayamadan odanın öteki ucunda pençelerini halıya geçirmiş ona bakıyordu. Rıza, sağ yanından sola dönerken ayak ucunda uyuyan Şükûfe'yi istemeden tekmelemişti. Hayvancağız korkudan köşeye sinip gözlerini kısmıştı.

Elektrikli battaniyenin tatlı sıcağından odanın ürperten soğuğuna sıçrayarak uyanmak, Rıza için can sıkıcı olmuştu. Perdeyi aralayıp gökyüzünü görmeye çalıştı. Yerin 2 metre altındaki bu tek odalı eve sadece tavana yakın pencereden hava ve ışık giriyordu. Dışarısı hâlâ karanlıktı. Pencerenin önüne park eden araba yüzünden sokak lambasının ışığı bile zor sızıyordu şimdi.

Elini-yüzünü yıkadıktan sonra tekrar gelip yatağa girdi. “Sıcacık, huzur dolu ve her yanını çepeçevre saran yorganını burnuna kadar çekti. Altına serdiği elektrikli battaniye, gece 01.00’de yatağa girdiğinden beri sıcacık yanıyordı. Gözlerini kapayıp İstinye sahilinde simit sattığı günleri düşündü. Ilık bahar günlerinde yüzünü güneşe döner; mutluluk, yumduğu gözlerinden vücuduna yayılırken dünyanın en şanslı simitçisi olduğunu düşünürdü. Öyle ya, bir kıtadan bir başka kıtayı belediye bankında oturup seyretme lüksü, başka hangi simitçide vardı ki?

İstinye’nin tatlı hayaliyle kendinde güç buldu. Ne zaman canı bir şeye sıkılsa gözlerini kapar, o günleri düşünürdü. Bir de sabahın karanlığında hayat mücadelesi için yola düşmeden önce…

Kedisinin kabına biraz süt koyup içine bayat ekmek doğradı. Gergin başladığı sabaha bu cömert ikramla devam etmek Şükûfe'yi sakinleştirdi. Hemen sütü yalanmaya başladı.

Rıza, çoraplarının üzerine poşet geçirip yanlarından su alan ayakkabılarını giydi. Kabanını, atkısını ve beresini giyip hâlâ süt yalanmakta olan Şükûfe'ye şefkatle gülümseyerek kapıyı kapadı. Apartmanın girişindeki simit arabasının yanına çıktı. Yere çöküp arabanın lastiğini apartman trabzanına bağlayan zinciri çözdü. Bir hafta önce giriş katta oturan Fahriye Hanım, bu vakitte gürültü yapıp rahatsızlık veriyor diye Rıza’yı haşlamıştı. Bu yüzden, mümkün olduğunca gürültü yapmamaya gayret ederek arabayı dışarı çıkardı.

15 dakikalık yürüme mesafesindeki fırına vardığında 10 arabalık bir kuyruk oluşmuştu bile. ‘Selamün aleyküm abiler!’ diyerek herkesi selamladı. ‘Aleyküm selam’ cevabından sonra sıranın sonundaki Yılmaz Abi’nin arkasına çekti arabayı.

Avuçlarını nefesiyle ısıtmaya çalışırken onca yolu nasıl yürüyeceğini düşündü. Hemen hemen 50 dakika sürüyordu feribot iskelesine gitmek. Kimi günler yağmurlu ya da karlı yollarda ayaklarını hissetmeyecek kadar çok yürümek zorundaydı. Ne zaman bu duruma isyan edip küfredecek kadar kızsa derin bir nefes alıp İstinye sahilini düşünürdü. Bu büyülü hayal, Rıza’nın sığınağı gibiydi ve şaşılacak bir şekilde işe yarıyordu.

Dilinin ucuna kadar gelen küfrü yutuverdi ve derin bir nefes aldı. Gözlerini kapayıp birkaç saniyeliğine İstinye’yi düşündü. Büyü, yine işe yaramıştı! Sıra ona gelince 100 tane simidi özenle dizdi camekânın ardına. Artık gidebilirdi. Çevresindekileri selamlayıp yola düştü.

50 dakikalık titreten yürüyüşün sonunda feribot gişelerine gelmişti. Feribotu beklemek için park eden arabaların arasında satış yapabilmek için gişelerin yanında bekleyen güvenlik görevlisinden izin alması gerekiyordu. ‘Günaydın, Kâzım Abi! Nasılsın?’ diye selamladı. ‘Eyvallah gözüm, yuvarlanıp gidiyoruz işte, n’olsun.’ dedi güvenlik görevlisi. ‘Müsaade var mı, abi?’nin cevabı Kâzım Abi’nin vakur bir baş selamı oldu. Ağır ağır park eden araçlara ilerledi. Yeni gün, karşı yakadaki tepelerde görünen belli belirsiz bir ışıkla gelmeye başlamıştı. Derin bir nefes alıp ışığa gülümsedi.

Monday, June 14, 2010

KIRMIZI ODA - 4

Gecenin kör karanlığında telefonun alarmı inledi. Sıkı sıkıya kapalı göz bandını bukle bukle saçlarından kurtarıncaya kadar alarm kendiliğinden durdu.

“Allah kahretsin! Niye ben, ha? Niye ben?” diye söylendi. “Allah’ın belası herif! Gönderecek başka kimseyi bulamadı sanki!” Homurdanarak yataktan doğruldu. Büklüm büklüm saçları fön makinesinde yanmış gibi kabarmıştı. Ne duş almaya vakti vardı ne de makyaja. Yüzünü yıkarken aynaya mutsuzca baktı: “Akşam 5’e kadar uyumak istiyorum ben!” diye mızmızlansa da aceleyle saçlarını yatıştırıp jöleyi boca etti.

Broşürleri ve doktor listesini çantasına koydu. Tam kapıdan çıkmak üzereyken eksik bir şeyler olduğunu hatırladı ve kapıyı geri kapattı. Ayakkabılarını çıkarmaya üşenince parmak uçlarında ütü odasına girdi ve kolinin içinden birkaç kalem ile ıslak mendil takviyesi yaptı. Artık hazırdı. Aynaya baktı, derin bir nefes aldı ve gülümsemeye çalıştı.

Renault Clio’sunun ön ve arka camı kırağı tutmuştu. Elindekileri tıkabasa eşantiyon ve broşür dolu bagaja zar zor yerleştirip motoru çalıştırdı. Motor ısınırken bagajdaki trafik setinin içinden plastik spatulayı alıp camları temizlemeye koyuldu. Bir anda erkeğinden cilveyle kaçan dişi kedinin feryadıyla irkildi: “Hassiktir! Ödümü kopardın, kaltak kedi!”

E-5 kavşağına geldiğinde esnemekten gözleri kapanıyordu neredeyse. “Dikkat! Mavi Buzlanma”. Delice bir kahkaha savurdu. “Salak lan bunlar! Maviden buz mu olur? Madem mavi ve biz de görüyoruz kendisini, o zaman ne diye uyarı koyuyorsunuz?” Radyodaki iç gıcıklayıcı yavaş tempolu sabah şarkılarından tiksinince elini torpido gözüne daldırıp Evanescence’in CD’sini buldu. “Ancak bu uyandırır beni! Yavrum Evanescence!”

Kendini şarkıya öyle kaptırmıştı ki ağzındaki sigaranın külü lacivert eteğine düşüp lekeleyince bir fırt çekmek aklına geldi. Külü eteğinin üzerinde olduğu gibi bıraktı ve feribot iskelesine döndü. Gişeye yaklaşırken yan tarafındaki sarı Megane, aniden önüne geçiverdi. “Yavşak herif, önüne baksana!” diye bağırdı.

Megane ödemeyi yapıp gidince o da camı açtı, ücreti ödedi. Sabahın titreten ayazında Evanescence’ten medet umarak uyanmaya çalışsa da gözkapaklarının ağırlığına fazla dayanamadı. “Feribot gelene kadar gözlerimi dinlendireyim bari Evan’cığım diyerek müziği kapattı. Telefonun alarmını 5 dakika sonraya kurarak gözlerini yumdu.

Friday, June 11, 2010

KIRMIZI ODA - 3

Puslu alacakaranlığın içinde için için titreyerek arabasına doğru ilerlerken Mama Cass Elliot’tan “Make Your Own Kind of Music”i mırıldanıyordu. Kapıları açtığında farlar yanıp söndü, alarm devre dışı olurken kesik bir ses duyuldu. Sağ ön tekerleğin arkasına sığınıp uyuyakalmış minik kedi yavrusu, cılız bir sesle miyavladı.

Çantasını arka koltuğa atıp kedi yavrusunu kucağına aldı. Soğuktan titreyen minik kedicik, iyice büzülüp kazağına süründü. Gece ayazından usanmış tazecik tüyleri puslu havanın da etkisiyle nemlenmişti. Kediyi yan koltuğa oturtup marşa bastı. Gecenin huzurunu bozan bir homurtuyla kendine geldi arabası. Bir-iki dakika motorun ısınmasını bekleyip farları açtı ve otoparktan çıkarak yola koyuldu.

Aklı ya da kalbi, ona yol gösteremeyecek kadar bezgindi. Nereye gideceğini bilemediğinden, kavşağa gelince durdu. Az yukarıdaki fırının marketlere ekmek dağıtan minibüsü sol taraftan gelip önünden geçerek sağına doğru devam edince, onu takip etmeye karar verdi.

Otoban kavşağına yaklaştığında kediciğe sormaya karar verdi: “Söyle bakalım bıdık, nereye gidelim? Otobana girelim diyorsan miyavla; yok, düz git diyorsan sesini çıkarma.” Kedicik miyavladı ve böylece havalimanı istikametinde meçhule gitmeye devam ettiler. 15 dakika kadar sonra kedicik tekrar miyavladı. Hayretle, bu nereden geldiği belli olmayan yol arkadaşına bakıp gülümsedi. Sonra tabelaları farketti. Havalimanından önceki son çıkış, feribot iskelesini gösteriyordu. “Bıdık’ın bir bildiği var.” diye mırıldanarak sağa sinyal verdi; feribot iskelesine doğru döndü.

10 dakika sonra iskeleye vardılar. Gün ağarmaya başlamıştı artık. Serin huzur, yerini 250 kadar arabanın içinde esneyip uyanmaya çalışan, radyodan haber dinleyen, çocuğunu arabanın yanında çişe tutan ve bir sürü farklı hikâyesi olan bir yığın insan kalabalığına bırakmıştı. Gözlerinin içine doğan güneşe gülümseyip kediciği kucağına aldı; şefkatle başını okşarken feribot sırasının onlara gelmesini beklemeye koyuldu.

Saturday, June 05, 2010

KIRMIZI ODA - 2

Gün ağarmadan uyandığında kırmızı sallanan koltuğun yamacında bağdaş kurmuş buldu kendini. Yanıbaşındaki sehpanın üzerinde geceden kalma yarım kadeh şarap, elinden yere düşmüş kitabı ve pencereden içeriye sızan loş ışıltıların telkiniyle derin bir nefes alıp yerinden doğruldu.

Sıcak bir duş almayı düşündü ama buna hiç takati yoktu. Lavabonun musluğundan akan serin suya razı oldu. Müşfik çakır gözlerini aynaya dikip sıcacık gülümsedi kendine. Sanki bir el saçını okşamış, omzunu sıvazlamıştı.

Herkes uyuyordu. Yan komşu, üst kattaki afacan ve ailesi, otoyolun karşısındaki rengârenk ışıklı binalarda yaşayanlar, gece boyu havlayan köpekler ve hatta cırcır böcekleri… Sadece delice işleyen otoyoldan bitmek bilmez bir uğultu yükseliyordu. Nereden gelip nereye gittiği meçhul bir yığın insan, birbiri ardına gecenin karanlığını deliyordu.

Göğün perdesi aralanmaya başlamıştı. Güneş uyandıkça, oda, daha şevkle alevleniyordu. Kızıl huzur içinde yavru kedi gibi koltuğa sığınmışken aklına çılgınca bir fikir geldi. Bilinmeyen bir yerden bir mesaj gelmiş gibi hızlıca doğrulup yan odadan sırt çantasını aldı. Çekmecelerden birkaç parça çamaşır, çorap, deodorant, bir yedek pantolon ve iki tişört tıkıştırdı. Tıraş takımı ile diş fırçası ve macununu da sığdırdıktan sonra “Anı Koleksiyoncusu”nu özenle eline aldı; küçük bir öpücük kondurup ön göze soktu. Fermuarları güçlükle kapatabildi.

O anda uyanık olan herkes ne yapıyorsa o da onu yapacaktı. Nereye gittiğini bilmeden yola koyuldu.